Sonbaharda kendimi daha bir mahzun, daha bir savunmasız, sanki bedenimden kanım çekiliyormuş gibi hissediyorum biliyor musunuz?

Garip bir huzur var sanki bedenimde. Anlatamadığım bir huzur… Belki, kendimle hesaplaşırken attığım adımdaki, sarı yaprakların ılık rüzgârla dansıdır beni benden alan… Gökyüzündeki garip hüzün, o karmaşadaki huzur belki beni kendimden geçiren…
Siz hiç sonbahara girdiğimiz şu günlerde, parkta kendinizle konuşarak, yüreğinizle dertleşerek yürüyüş yaptınız mı? Vicdanınızı sorgulayıp binlerce kez, dostlarınıza ve sevdiklerinize o çıplak duygularınızla yalın ayak yürüdünüz mü? Sevdanızı, dostluklarınızı, rüyalarınızı aklınızdan geçirdiniz mi?
Hazanda gökyüzünün hali bir başka oluyor; tıpkı benim gönlüm gibi, sarıyla raks eden kızılın rengi gibi… Güzde güllerim dimdik; “Ben hala direniyorum sana.” der gibi…

Yeşiliyle, alıyla, moruyla sevdanın son senfonisini çalan rüzgarın raksında, benim gönlümün şen yanı neden suskun? Neden hüzünlü? Neden gülümsemedeki endişelerim? Gidenlerin çokluğu mu, yoksa dostlukların hafife alınması mı beni hüzünlendiren?

Gözlerimden düşen her çiy tanesi güllerimin üzerinde… Güllerimi soldurdu mevsiminden önce gelen o zalim fırtınalar… Savurdu, tarumar etti. Sonbaharda gönlüm bir başka durulur, yorgun düşmüş bedenimin hali bir başka olur. Öyle severim ki sonbaharın puslu havasını, cılız güneş huzmelerini, üşüyen ve neşelenmeye çalışan çocuklarını. Küçükken en sevdiğim şey, parkta sallanırken ağaçların göğün mavisine karışan yeşil yapraklarını seyretmekti. Mavi ve yeşil yan yana nasıl da yakışırdı birbirine. Hafif esen rüzgârla bir de hışırdayıp raksa geldiklerinde, sallanmanın keyfi kaça katlanırdı tahmin edemem.

Akşamları bir başka güzeldir güneşin batışı. Altın sarısı yitmiş ve tunçlaşmış haliyle kızıla boyamıştı gitmekte olduğu yeri. Ben bu batışı seyretmeye dalarken, ağaçlarda son kalan sararmış yaprakları inceleyerek baktım. Aslında dalların arasından güneşe bakmaya çalışıyordum; ama bir ara fondaki kızıllığı bırakıp ön saftaki sarı yapraklara getirince bakışlarımı, kızıl üstü sarıyı gördüm böylece. Sarı yaprakların ardındaki kızıl güneş veya kızılın üstündeki sarı yapraklar…
Hazanda; karşıdan iki yaşlının kol kola gelişi gibiydi ayrılık. İki zeval, iki yaşlılık, iki uzaklaşma, karşılıklı iki veda destek almaya çalışarak; ama birbirine veremeyerek yürümesi gibi duruyordu karşımda. Karşılıklı iki veda idi bu… Hüzünle birbirine bakan iki fersiz göz, iki acı söz, iki titrek el…
Bahardaki, o kucaklaşan, birbirine ne de güzel yaraşan mavi ve yeşil yoktular. İki tebessümlü karşılaşma, iki mutlu selamlayış, kenetlenmiş iki güçlü el, ışıldayan iki yüz değildiler artık. Karşılıklı bitiyor ve gidiyorlardı son bakışlar eşliğinde.
Aslında hep son bakışlarımızdı etrafta gezdirdiğimiz. Her mavi ve yeşil kucaklaşmasının, bir kızıl üstü sarı son veda hali vardı. Hüzün kaça katlanırdı tahmin edemezdi hiç kimse…

İnsan etkilenir, hüzünlenir; ama derin keder ve ümitsizlikten her zaman kendini kurtarmakla vazifelidir. Şu an bizim ayaklarımızın dibine düşüyorsa yapraklar, başka bir yerde dallarda tomurcuklanmış, hayata bakıyor yeni gelenler. Bir yerlerde soğuktan donmuş ellerini hohlarken biri, yerkürenin başka bir yerinde başka biri terini siliyor. Biri içini ısıtan, avuçlarıyla kavradığı sıcak çayla kendini ısıtırken, hazanı yüreğinde hissediyor. Yapayalnız, kimsesiz yüreğinde…
Her mavi üstü yeşilin, kızıl üstü sarıya dönük bir yüzü ve bilgeliği… Her kızıl üstü sarının, bir mavi üstü yeşili bekleyen gözleri vardır.
Gözlerim hazana inat, gönlümü sıcacık yapan sevdalara baharı müjdeliyor.

Kamuran Küçükdeveci